“Üç Silahşörler”
“Tarihe tecavüz ettiğimi söylediler” itirafındaki AlexandreDumas’ın ünlü eserinin adı.
“Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için..” sloganını ünlendiren ve tescilini de sahiplenen silahşörlerin “Üç” ısrarında olmasının analizlerinde “dört” olunca kahramanlık kalmaz, iş çeteciliğe dönerdi tesbitleri de yazılmış mıdır, bilmem. “Üç”ün ikiye bölünmemekten doğan bir cazibesi de var, gücüne güç katan. Belki bu şıktan dolayıdır bizim hep “üç”lülerle karşılaşıp durmamız.
Referandum’un hemen öncesinde ortaya çıkan, bir “üç”lü görüntü işte o anda bana bunlar yazılmalı dedirtmişti. Sonra düşünmüştüm Batı’nın “Üç silahşörleri”nin karşılığının bizde kimlerin şarlaması ya da şörlemesi olduğunu.
Aklıma gelen “üç”lülerin en yakın olanından başlamalıyım. Zira hatırlanması daha kolaydır.
İlahiyat Fakültesi’ndeki bir vefat dolayısıyla söz alan bir ünlü kişiden duymuştuk “üç”lü olduklarını. Biz sacayağıyız da demişti.
Çoğu kimse gibi ben de o gün öğrenmiştim; iki ilahiyat profesörü, ki biri vefat edendi, artı Demirel’inbürokratı olmakla ünlenmiş ve övünmüş, K.Evren’in merhum eşinin mevlüdüne özel uçakla Almanya’dan gelerek katılmış ve akabinde de geri dönmüş, rahmetli üstad Necip Fazıl’a “Boyu posu altı kulaç devrilsin” bedduasını ettirmiş bir ilahiyatçı politikacıdan oluşmuş o “üç”lemeyi..
Çok mu gizliydiler, yahut “üç”lü oluşturmaları kimsenin umurunda değilmiydiki, bir eksilince kendilerinden başka gündeme getiren olmamıştı?
Yoksa şöhretlerinden rahatsızlık duydukları sonlara geldikleri gerçeği mi, onları bu sacayağı paylaşmasına, paslaşmasına itti. Kibir yüklü olmasına rağmen üçte bire razı olmak kokuluydu o itiraf galiba.
İkinci “üç”lü örneğimiz, T. Özal’ın ağzından: “Ben ANAP’ı kurduğumda, işadamlarımızdan Alaton bey üç kişi getirdi bana. Bunlar Vural Arıkan, Bedrettin Dalan, Mesut Yılmaz’dı.“
Ayrı ayrı gibi bir görüntü verseler de bu “üç”lününT.Özal’ı yoran, engelleyen bir muhalefet yaptığını gördü ve yaşadı bu ülkenin insanları.
Bu geçmişe özetlerimizden sonra gelelim, Referandum’un hemen öncesinde ortaya çıkan, dediğimiz “üç”lü gerçeğimize.
Fehmi Koru, Abdullah Gül, Şükrü Karatepe.
Londra’nın Hyde Park’ında 1977 yılında çekilmiş bir fotoğraf neden Referandum öncesinde gündem oluyor?
Sorumuz bu “Üç”lününPensilvanya’ya giden gazeteci olanı diyorki: “2002 yılında bu resmin artık gün yüzüne çıkmasını söylemiştim.” Ama çıkmamış. Sonra nerde çıkmış? Bir ecnebinin Abdullah Gül hakkında yazdığı ve “Kallavi bir eser” diye reklamı edilen bir kitabın bir sayfasında..
Ordan alıp sosyal medyada kullananlar da oldu mu şimdi “Mal bulmuş mağribi..”
Mağribilerimizin buldukları “Mal”ın yani fotoğrafın en dikkat çeken sakalşörü Şükrü Karatepe olsa gerek.
Hemen “müslümanlar, içlerindeki kini ve öfkeyi kaybetmesin” demesi hatırlandı, hatırlatıldı, Referandum’a saatler kala…
Barışın, huzurun, kardeşliğin, ilerlemenin ve şahsiyetli yaşamanın umudu bir iktidarın ilk aylarında yapılan bu kin ve öfke suçlamalı o konuşmaya o gün bu gündür rıza göstermeyenler, rıza gösterenlerin makam ikramlarını da farketmiş oldular, Referandum’a saatler kala..
Kimi de bu ülke insanlarının, o sakalşörü, dansşör olduğundan hatırladı, kimlerle dans edermiş de haberimiz yokmuş dedi, Referandum’a saatler kala.
Ve sonra öyle yada böyle hatırlayanlar, bu “üç”lüden birinin Cumhurbaşkanı, birinin bir sonraki Cumhurbaşkanı’nın danışmanı olduğunu Referandum’a saatler kala bir daha ve iyice hatırladılar.
Referandum oldu.
Gazetelerin manşetleri ve siyaset bilimcilerin kanaati ortak: Referandum’da herkese mesaj var!
Bunu bilmeyecek ne var?
Mesajlar yüklene yüklene gelmiş bir Referandum’da elbette herkese bir mesaj olacaktır.
Bizim “üç mesajşörler“imiz böyle istediler.
Tok er’lerin çocukları aç mı?
Twitini sosyal medyada gördüm Gülsün Bilgehan’ın. Şaşırmadım. Genlerinin gereğini yapıyordu.
Onu yazmak, onu anlatmak bu fakire düşerdi.
Neden derseniz? Neden bir AKP vazifelisi kalemliye, yazıcıya, köşeciye düşmez mesela, derseniz.. Cevabımız hazırdır.
Onlar fırsat bulduklarında, (örneğin) Davutoğlu’larını görevlendirdiklerinde, giderler Bakanlık teklif ederler Gülsün Bilgehan’a.
On yıl Demirkırat’a oy vermiş binlerce insanı düşünmeden ve o Demirkıratların çocukları milyonlarca insanın kendilerine niçin oy verdiğini anlamadan, hesap etmeden yaptıkları o teklifin yarasına merhem niyetine tuz döken küçük, orta, büyük, başaltı ve başyazar görülmemesi gerçeği de unutulmaya..
Biz yazacağız Gülsün Bilgehan Toker’i.. “Öteki” saydıklarının da onunla aynı haklara sahip olduklarına inandığımızdan..
Bir Beyaz kalemşorün (O.Eğin) “Tek meziyeti şeceresi olan Gülsün Bilgehan..” dediği hanımefendi’nin babası için yazılan ve yazıldığı günlerin (Kasım 1962) twiti sayılan bu not yetmezse “Cesur ve namuslu” Gülsün Bilgehan’ı anlatmaya, İsmet Paşa’nın twitcisi de dediğimiz kalemşorunun şu yazdıklarını da dikkatlere sunarız.
“Ailemizin kasalar dolusu mücevheratı, çekmeceler dolusu senedatı, yeni satın aldığım ev, yeni yaptırdığım Uçkurpalas, vükela ve süfera tarafından kayınvalideme ve paşa babama gönül rızasıyla hediye edilmiş nadide gümüş takımları, paha biçilmez kürkler, antika halılar, Ankara’da, İzmir’de, İstanbul’da dayalı döşeli köşkler, milyonluk arsalar, bütün varımız, bütün varlığımız tehlikede…
Dinim para, imanım para, vicdanım para, sağım para, solum para, güneyim para, kuzeyim para, bütün varlığım parrrradır, parrrra!..
Sizin uğrunuza kullanmayacağım silah, işlemeyeceğim günah, giydirmeyeceğim külah yoktur”
Anlatılan, Milli Damat lakabıyla maruf ve ihtilallere katkılarından dolayı kontenjan senatörlüğüyle ödüllendirilen Metin Toker’dir.
Cesaret ve namusluluk mevzuubahis olunca, Gülsün Bilgehan bacımızın Paşa dedesinin dediklerini de hatırlamazsak olmaz. Zira kendisi de bizzat ve şahsen ona sahip çıkmış oluyor böyle demekle.
“Bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça o memlekette kurtuluş yoktur.”
İsmet paşa bu sözünü çok çok sonraları, mesela gideceği günlere yakın söylemedi ise, neden 1960’ta insanımız cesur olmadılar da, mağdur, mazlum ve maznun oldular, bir araştırılmalı.
Bir de şu şık araştırılmalı. Gülsün Bilgehan neden Toker değil..
Paralayan ve para-lanan kartel
Onu yakından bir kez gördüm.
1973 seçimlerinin öncesindeki Taksim mitinglerini parti ayırmaksızın, Mustafa Timisi’nin “Aslanlı ve 12 yıldızlı” Türkiye Birlik Partisi dahil, Gezi tarafına kurulan kürsünün mümkün olduğunca en yakınında durarak izlemiştim. Üniversiteliydik, gençtik, olayların ve zamanın tanığıydık.
Adındaki Demokratlıkla DP’yi çağrıştırmak isterken, “tik” eki dolayısıyla dalga geçilen o partinin de mitinginde, yine kürsüye yakın bir yerdeydim.
Nilüfer Gürsoy’u işte orada görmüştüm.
Celal Bayar da kalkıp gelmişti o yaşta onlara oy istemeye.
Onlar, listenin başına adlarını yazdıran Ferruh Bozbeyli, Sadettin Bilgiç ve Nilüfer Gürsoy’du. Ben ise bunlar niçin AP’den ayrıldılar sorusunun cevabını arıyordum.
O gün orada gördüğüm Nilüfer Gürsoy’un haline üzüldüğümü de hatırlıyorum. Amigoluk yapıyordu. Kürsüdeki konuşmacılar için alkış toplamaya çalışıyordu, ayakta ve zıplayarak..
O kürsü önünde çırpınıp durmasına bir mana verememiştim. Seçilmese bile bir Bayar kızı olmak niye yetmiyordu ona, bilemiyordum.
Referandum öncesinde kartelin en büyük gazetesine verdiği “Hayır” ilanı ile gündem olunca, biz de yazmazsak olmazdı. Zira bu konu da bugün yazdığımız diğer ailenin çocuğunun durumuyla “paralel”likarzediyordu.
Önce birkaç arşiv vesikamıza ulaşmamız gerek. Nilüfer Gürsoy’a niçin oradasın? Sorusunu sorabilmemiz için. Hayır’cılığı kesinlikle konumuz dışıdır ve onun bizi üzmesiyle, biz yani Demirkırat çocuklarını, ilgili değildir.
Medyamızda başka üzülenler de olmuşki, Engin Ardıç Sabah Gazetesi’nde “Nilüfer Hanım’ın hazin intiharı” başlıklı bir yazı yazmış. İkinci “Kendiniz mi yazdınız hanımefendi” yazısında da sağlıklı düşünmemeyi irdelese de, dibine düşmeyen armut dert edinilmişti.
Nilüfer Gürsoy’un annesi anlatılıyor..
“Sayın Reşide Bayar, sanat hayatımızın düşünce hayatımızın eşsiz bir kadını mı idi? Kara Fatma gibi İstiklal Savaşına mı katılmıştı? Halide Edib Adıvar gibi dünya dillerine çevrilmiş romanların yazarı mı idi? Hayır, sadece iyi bir zevce, yarım yüzyılı aşan bir evlilikten sonra, yazdığı mektupta kocasına hala ‘Beyim’ diye hitap eden bir hanımefendi, bir muhterem anne idi. O kadar!“
Nilüfer Gürsoy’un babası anlatılıyor..
“Şimdi eski Cumhurbaşkanı seksen yaşında.. Yassıada mahkemelerinde bir kere bile küçülmeden konuştuğunu gördük.. İki yıldır, türlü hastalıklarla pençeleşerek cezaevinde çile dolduruyordu. Vefalı eşinin ölümünü orada duydu. Ne kadar gözyaşı döktüğünü ancak baş yastığı bilir!“
“Bir ihtilalin devirdiği, bir Yüksek Adalen Divanı’nın idam cezasına çarptığı, bir Anayasanın suçladığı adam hala ‘sayın’ olur mu?”
Aynı kalemşorların bir de şu yazdıkları var.
“Bir Mayıs gecesi, ihtilalin pençesiyle, oturduğu Devlet Başkanlığı koltuğundan sökülüp atılan bir adam… “
“İki yıla yakın bir sure, süngü gölgesinde sorguya çekilmiş bir suçlu…“
“Darağacından, ancak seksen yıllık nüfus kağıdı sayesinde kurtulan bir adam.“
Bütün bunları niye mi yazdık? Kendimizi sorgulamak için..
Ne oldu da Nilüfer Gürsoy o geçmişi unutarak ve hiç hesaplaşmaya yanaşmadan “1961 ve 1982 Anayasaları darbe anayasaları olmalarına rağmen Cumhuriyetin temel görüşlerine saygılıydı” günlerine erdi?
Referandum’da HAYIR demenin ayrı, CHP zulümlerini yok farzetmenin ayrı olduğunu bir Bayar kızı anlamamış olamaz.
CHP değişmeyeceğine göre, kurulan “paralel”liklerin kime ve neye malolacağı bilinsin istedik, bu yazımızla..
Yoksa siyasetteki “Çoluk çocuk, torun torba, akraba ve taallukat” geleneğinin anaforu bizim çocuklarımızı yutarak devre dışı bırakabilir.
Not: Kartelin bu icraatı, Refahyol günlerinde, son saatlerini yaşayan Adalet Gazetesi sahibi ve başyazarı Turhan Dilligil’den CHP’ne “Paralel” demeçler almalarına çok benziyor.
O Turhan Dilligil ki, Yassıada cezacılarıyla şanla şerefle mücadele etmişti. Hatta o cezacılardan birinin ölümünü, Ankara sokaklarında bir köpek gibi... diyerek duyurduğunu hatırım.
Kartel kendi çapında tehlikeli bir gelenek oluşturuyor gibi...
Yorum yazarak Milli Gazete Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Milli Gazete hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Milli Gazete editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Milli Gazete değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Milli Gazete Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Milli Gazete hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Milli Gazete editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Milli Gazete değil haberi geçen ajanstır.