“Seçimde mevcut sisteme göre siz hükumeti seçemiyorsunuz, sadece meclisi seçiyorsunuz. Kim bakan olacak, kim başbakan olacak buna karar veremiyoruz. Sonra orada abidik gubidik bir takım işler oluyor. Bir bakıyorsunuz hiç aklımıza gelmeyen biri başbakan olmuş.”
Sosyal medya, asosyal medya, antisosyal medya üçlüsünün elinde, dilinde, ekranında, kağıdında, küreğinde bu üç cümle vardı Başbakan Binali Yıldırım’ın Sinop konuşmasından aldıkları.
“Abidik, gubidik” sıfatıydı herkesin dikkatini çeken; arama motorlarına ellerini götüren..
Aynı yıllarda Anadolu’nun ayrı şehirlerinde yaşamışız Başbakan Binali Bey’le çocukluğumuzu.. Plakcı dükkanlarından reklam olsun diye yayılan çok satan plak seslerinden ve birkaç Yeşilçam filminin sinemalardan sokağa salınmış müziğinden değil sadece bilgisi Başbakan’ın. Çok gazetenin magazin sütunlarını da okumuş olmalı.
Nerden hatırladı, ne çağrıştırdı sayın Başbakan’a çocukluğumuzun birkaç yılını gölgeleyen ve kimilerinin itiraf saydığı, kimi insanımızın da kendisine haksızlık etmiş diye yorumladığı bu “Abidik gubidik” kelimelerini? Konuştuğu yer de Erzincan’a uzak bir Sinop. Meydanın karşısındaki şu AVM’nin yerinde plakçı vardı, akşama kadar.. Derken o twist şarkısının hatırlamış olsun. Ama değil.
Danışmanları desek.. Hani şu fırsat bulduklarında kameralara yaklaşıp, ben söz yazarıyım, sayın Cumhurbaşkanı’nın, Sayın Başbakan’ın konuşma metinlerinin çoğunu ben yazıyorum, diyenler yani.. Fakat onların da yaşı müsait değil, twist plaklarını bilmeye.
Belki şöyle bir şey olmuştur. Sayın Başbakan’a yaklaşıp ikide bir twit yazın; şunları twitinize yazın dediklerinde danışmanları, Sayın Başbakan da “twiste gel”i hatırlamıştır. Olmuştur işte, böyle olmuştur.
Türkçemizin bozulduğu demek bana düşmez ama, bozuk türkçeyle konuşulan birkaç yılımız oldu demiştim. “Abidik, gubidik”le başlayan süreci, “Yeşşe”lerle süsledi İstanbul’dan gelen Yeşilçam icraatları; sinamalarda, magazin mecmualarında..
İnternette bulup “Abidik, gubidik”li şarkıları dinleyen bizden sonraki birkaç kuşak, şunu da farketmişler midir acaba? “Laplup labaluba” manasızlığının dillerinde “laga luga yapma” efelenmesine dönüştüğünü..
Şehrin yerlilerinin karşı çıkmaları, çocuklarının arkadaşı beni etkilemiş olmalıydıki, gelen yılların “Yeşşe”li konuşmalarına, “neşe”li, “şişe”li, “beşe”li kafiyelerle cevap yetiştirmeleri hiç sevmemiştim.
Şimdi sayın Başbakan’ın, 28 Şubat’ın çakma başbakanı Yalım Erez’le açıklamaya çalıştığı o “Abidik gubidik”in ne manaya geldiği o yıllarda da çok merak edilmiştir.
İşte bu yüzdendir, halkı bilgilendirmek görevini de üstlenmiş olan İstanbul gazetelerinin sırayla, bu kelimeleri ilk duyuran Yeşilçam insanı Öztürk Serengil’le sayfa sayfa röportajlara durmaları.
Giresun sahilindeki bir balıkcının ağzından duyduğunu ilkin, o balıkcının çevresinden piyasaya çıktığını, benim gibi sayın Başbakanı’mız da okumuş olmalı, o gazetelerden.
Bilmeyiz, danışmansız kendi başına mı bulmuştur sayın Başbakan “Abidik gubidik”li konuşma yapmanın dikkatleri üzerine toplayacağını.. Başarılı oldu sayabiliriz. Zira Sinop’ta konuşulanın İzmir’de izahı yapıldı.
“Laf üretmek için çalışıyorlar. Hani ben diyordum ya hükumeti abidik gubidik yaparlar, başbakan değiştiriyorlar. İşte o günlerde oldu. Çiller – Erbakan döneminde biliyorsunuz, Türkiye’nin en fazla oy almış iki partisinin başlarına görev vermedi o zamanki Cumhurbaşkanı, arkasında bir kişi olmayan milletvekiline verildi. Öyle olmadı mı? Yalım Erez’e vermedi mi? 28 Şubat sürecini orada başlatmadılar mı? Geçmişi bilmeyen geleceği inşa edemez.”
Son cümlesini çok beğendim sayın Başbakan Yıldırım’ın. Güzel söylüyor. “Geçmişi bilmeyen geleceği inşa edemez.” Çok kullanacağım ben bu değerli sözü, bu çok değerli özdeyişi.
Lakin sayın Başbakan’ın 28 Şubat’ın başlama sürecini çakma atama Yalım Erez’e bağlaması, geçmişi iyi bilmek olmasa gerek. Yoksa Mesut Yılmaz’ı aklama icraatları hala devam mı ediyor AK Parti’nin. Taraftarlarının “Evet”lere destek olsun diye burnu yumruk yemiş Mesut Yılmaz resimlerini paylaşmalarından mı alındılar, yoksa?
Bilinmesini istediği o geçmişi nerede, ne zaman ve hangi platformlarda seslendirmişti Sayın Bşabakan? Ki bugün o anlatımları, müdahaleleri, hesap sormaları yetmedi de “Abidik gubidik”le mi açıklama buyuruyorlar meydanlarda. Hem sonra onca kalemşorlarından, köşecilerinden, katiplerinden, yazmanlarından, uçak yolcusu olanlar dahil, hangileri biliyor 28 Şubat’ın ne olduğunu? “Abidik gubidik”siz olsa dahi..
16 Nisan’da sandıklardan “Evet” çıkarsa, sayın Başbakan’ın ne diyeceğini de biz buradan duyuralım.
“Yeşşeee!”
YA NEREDE ÇOKLUK OLURSA
Şimdi modadır, köşeci katiplerin, yazmanların milletvekili sayısının 600 olmasını savunan, izahını yapan yazılar döktürmeleri gazetelerine.
Nasıl olsa önünde bir bilgisayar var. Bilgisayar içinde de istediğin bilgiye bir soru ile hemen ulaşmak ve milyonlarla ifade edilen sonuçlar almak var. Oku oku yaz. Yaz yaz oku.
Atatürk zamanında 40 bin kişiye bir vekil düşüyordu. 1950 seçimlerinde 43 bin kişiye.. Bugün ise 145 bin kişiye bir vekil düşüyor.
Yani, o bin kişiler arttıkça, vekillerin kıymeti artıyor mu, düşüyor mu? Ya da o bin kişileri oluşturanlara, sizin 145 bininiz ancak bir vekil ettiğine göre, varın değerinizi kendiniz hesap edin mi deniyor.
Vekil sayısının 600’e çıkarılması değil de 400’e indirilmesi gündemde olsaydı, az vekil verimli Meclis üstüne kalem oynatacak karakterler değil vurmak istediğimiz nokta. İnsanların seçmen ve milletvekili olsalar da bir sayının adetleri görmenin hatalı olduğunu düşündürtmek istiyoruz.
Ünlü politikacılardan, arkadaşlarından birini kastederek, onun gibi üç, beş, milletvekilim daha olsaydı, cümlesi duyulduğunda, istenenin sayı değil kalite olduğunu kim anlamaz?
Bir milli şef misaliyle, sayıları artarsa etkilerinin de artacağını sananların yanıldığnı vurgulamamızın yeridir şimdi.
46 ve 50 seçimlerinde, İstanbullu olmasına rağmen bir Karadeniz vilayetinden aday gösterilerek iki dönem milletvekili seçtirilen ünlü mizah dergicisi şunları anlatmıştı:
1954 seçimleri geldiğinde listemizin iki adayına tepkiler vardı. Gittim, paşa’ya durumu izah ettim. O iki arkadaş yüzünden biz kaybedeceğiz.
İsmet paşa’nın cevabının sebeplerini hala anlamış değildi, yıllar sonra ve bir daha seçilememenin acısını çok taşımış olmasının tınılarını da saklayamadığı o yazılarında..
“Sen, bütün vilayetlerde seçimleri bizim kazanmamızı mı istiyorsun?”
İsmet paşa’nın, bu vilayeti de iktidara verelim, rahatlığında olduğunu söylemek eşyanın tabiatına aykırı düşer.
Öyleyse ne idi, ünlü kalemşorun da anlayamadığı, İsmet paşa cevabında yatan gerçek?
Bir: Senin milletvekili olmanı istemiyordum. Ama sen kalemşorluğuna güvenerek ve bana sormadan tekrar aday oldun. Cevabım böyle oldu.
İki: Yıl 1954. Ben anladım ki, bu iktidarı yıpratarak ihtilal ortamını hazırlayacağım yıllarda, beni uğraştıracak ve takip etmemi gerektirecek milletvekilim az olmalı. Hem sayımızın azlığı, mağduriyetimizin büyüklüğüne dayanak olacaktır.
Bir üçüncü, dördüncü ihtimaller de üretilebilinir,kırk tilkili İsmet paşa kafası analizinden..
Sayıları önemseyenler sonra şaşırmasınlar, ısırıldıkları “Dişli” milletvekilleri de artarsa, savunma ve propaganda görevi yükledikleri Şavki Yılmaz kafalılar sıraları doldururlarsa..
Gerçi biz kime diyoruz bunları. Onlar görevli kalemciler. Böyle istendiğinde, böyle yazacaklar işte.
İHTİLALLER RAKAMLIDIR
Rakamların anlattıklarını düşünmeyi severiz. Bazan gerçeği doğru yorumlar, çoğunda da efsaneler üretiriz çağrıştırdıkları üstüne.
15 Temmuz vatansızlarının mahkemelere sevkleri süredursun, sayısı tesbit edilmiş kan isteyen “Yurtta Sulh Konseyi”nin. 38 kişi imişler.
Neden 38 diye sorulurken, cevaba da ulaşıyor insanlar. 27 Mayıs’ın Milli Birlik Komitesi de 38 subaydan oluşmuştur.
Bu ülkede yapılmış ihtilallerden sadece 27 Mayıs’ı kendilerine örnek alanların, oradaki 38 rakamını atlayacakları düşünülemezdi. Başka tezler de vardı, gerekçeleri kuvvetli yazılmış; 12 Eylül’ü kopyalamak istediklerine dair. Fakat biz ısrarcıyız ve 27 Mayıs’a hayranlıklarını her fırsatta dile getirmiş bu artıkların taklitciliklerini doğru teşhis ettiğimizde.
Gürcistan üzerinden kaçan ya da kaçmasına müsaade edilen o savcı ne demişti, ağırlandığı Cumhuriyet Gazetesi’ndeki röportajında? “Bunların sonu Menderes’ten beter olacak!”
Bu cümle dahi başlı başına bir ihanetin kağıda yazdırılmasıdır. Söylenilen yerin Cumhuriyet gazetesi olması ve onların “Başbakan asma” zulümlerini onaylaması bir yana, Menderes’e duydukları kinin korkunçluğunu da gözler önüne sermekteydi.
Sayın Davutoğlu’nun kuramadığı bir koalisyon hükumetinde Milli Damat Metin Toker’in kızının bakan olmasını istemesinde de aynı “onay”ın olması şimdilik yazımız haricidir. Ki bizim yüzümüz kızarmıştı, o teklifin yapıldığını duyunca..
Bir başka örneğimizde, kaçacakları güne kadar iktidara yakın medyanın tv kanallarında yatıp kalkan bir prof. sıfatlı kişi üstündendir.
Hatırlayın, şimdi keşke albay olsaydım dediğini. Albayların ihtilal gücünü niye anlatıyor bu durup dururken, sorusunu sormayan programcılara ve yöneticilere yazıklar olsun demiştik ama, neye yarar? Zira o prof. kadar bilmiyorlardı, 27 Mayıs’taki albayların rolünü. En ünlülerine ise başka bir sıfat verilerek yıllar önce unutturulmuştu albaylığı.
27 Mayıs’ın MBK’si 38 kişi..
15 Temmuz vatansızlarının konseyi 38 kişi..
Tesadüf değil elbette. Keramet aradıkları rakamın nasıl oluştuğunu bilmemelerinden kaynaklanmaktadır bu kopyacılıktaki acemilikleri.
27 Mayıs’ın MBK’in 38 kişi olmasının bir tek sebebi vardır. O odada 38 sandalyenin olması.. Kapan oturmuştur, ayakta kalanlar dışarı çıkarılmıştır.
İhtilal kabullenilene kadar, yani tüm tutuklamalar yapılıp, yönetime MBK’nin el koyduğu ispatlanana kadar, iki veya üç gün olduğunu tarihciler bilir, o odadaki 38 sandalyeye oturan 38 Subay, o sandalyelerden hiç kalkmamışlardır. Yerlerinin kapı önünde bekleyen bir başka ihtilalci tarafından kapılacağını bildiklerinden.
Tabi ihtiyaçları ne olacak gibi bir sorunun cevabı da gayet pratik olarak çözülmüştür o günlerin içerisinde. Bir paravan koydurmuşlardır odanın bir köşesine. Paravanın arkasına da lazımlıklar dizi dizi..
İşte böyledir 38 rakamının hikayesi.
BİR O’MU KALMIŞTI KONUŞMAYAN
Ağca’yı konuşturmuşlar bir gazetede.
Ne var bunda, demeyin. Herkesin konuşmasından yana olan bizler de gocunmayız Ağca’nın konuşturulmasından. Fakat bir sıkıntı var bu işte.
Yanlış zamanda, yanlış insandan, yanlış konuşmalar yaymanın alt yapısında da bir yanlışlık olmalı.
Onbeş yıllık iktidarın bir gazetesine filozof üretmek için Ağca’ya müracaat etmesi yakışmamış gibi duruyor.
“Türkiye’deki solcuların yüzde 90’ı Satanist.”
Başlığı bu röportajlarının. Türkiye’deki solcuların ne olduğunu yıllardır kendileri bilememişler, dolayısıyla okuyucularına anlatamamışlar. Görev Ağca’ya verilmiş.
O da solcularımızı “Satanist” diyerek tarif etmiş ve çözmüş derdimizi. Ama durun burda. Satanist ne? Hani aramacı polisin birde antisi mi çıktı, diye sorması gibi, nedir bu satanistlik?
Maksat okuyuculara satanistlik öğretmektir, demeyiz.. Lakin onu da bilmese olmaz mı insanımız?
Yüzde 90 denilerek bir rakam dahi veriliyor. Dikkatleri pekiştirmek için olmasın? Solcular öyle olduklarına göre sizler de öğrenin. Yarın öbürgün bakarsınız lazım olabilir.
Ağca bey nerden biliyormuş bütün bunları, sorusuna gelme. Papa’yı biliyor, İtalya’yı biliyor, İpekçi cinayeti’nin bu ülkede neye karşılık geldiğini biliyor.. Solcuları bilmesi çok mu? Belki de onlar gelip ne olduklarını söylemişlerdir Ağca beye. Çağırdıklarında bir iktidar gazetesine kendilerini anlatsın diye..
Olamaz mı?
Olmuş, olmuş. Biz de işte böyle yazdık!
Yorum yazarak Milli Gazete Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Milli Gazete hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Milli Gazete editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Milli Gazete değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Milli Gazete Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Milli Gazete hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Milli Gazete editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Milli Gazete değil haberi geçen ajanstır.